Merhaba, Sonunda kendi blog'umu oluşturmaya karar verebildim. Burada eşimin ve benim, zaman içerisinde çektiğimiz fotoğrafları sizlerle paylaşmanın en doğru içerik olacağını düşünüyorum. Sizlerin de yapacağınız yorumlar ile içerik daha da zenginleşecektir. Herkese şimdiden teşekkürler.(Arda) Yapılan darbe sonucu bu blog'a el konmuştur. Bundan sonra yazıları yukarıda "eş" olarak bahsedilen Ayşe yazacaktır. İçerik de Ayşe'nin o günkü ruh hali tarafından belirlenecektir. Ayşe Paşa
Salı, Aralık 21, 2010
Yeniev geldi, bebek kedi gitti
Geçtiğimiz hafta oldukça üzücü bir haber aldık. Yamaçiko'nun çok sevdiği ve Kırpık'ın bir numaralı arkadaşı bebek kedimizi araba ezmiş. Duyunca ağlamaklı oldum, üzüldüm. Çok güzel, iyi huylu bir kediydi, aklı fikri bizim eve girip evin iki oğluyla doyasıya oynamaktı. Tabi Yamaçiko'ya söylemedik.
Diğer yandan Yamaçiko'nun baş köpeği Yeniev'i bir ay kadar önce Belediye ekipleri sokakta yakalayıp götürmüşlerdi. bizimki pek üzülmüş, "anne, söyle getirsinler" demişti. Bugün akşam saatlerinde Yenievi temizlenmiş, paklanmış, kulağında bir de küpeyle, bizi gördüğüne çok sevinmiş bir halde bulduk. Sarıyer Belediyesine hem Yeniev'e baktıkları için, hem de bize geri getirdikleri için teşekkür ediyoruz. Artık sokağımızdaki köpek kolonisi dağılmayacak, sahipsiz kalmayacak.
Evet, bizim Yeniev, oldukça yalak, yılışık bir kişiliğe sahip olmasına karşın, sokaklatki köpek çetesinin lideri. Çetesi de bir çeşit kaybedenler klübü haliyle. 1 adet testis kesesi yırtık, bir türlü kilo alamayan köpek "ağaç". Maksimum uyuzluktaki "Zombi" ve yeni ortaya çıkan bir av köpeği, çetenin elemanları. Hepsi erkek, hatunlar bunları ne yapsın. Zaten sokağa yabancı köpek geldiğinde bu arkadaşlar o köpekleri kovalamak yerine üst sokağa daha korumalı bir yere kaçıp saklanıyorlar.
Ne olursa olsun biz onları seviyoruz. hele ki ilaç verdikten sonra Zombi'nin tüylerinin tekrar çıkmaya başladığını görmek bile bizim için yeterli bir sevinç kaynağı.
Günün fotosu "sümük yalayan çocuk". İskenderiye, 2005
Cumartesi, Aralık 11, 2010
Temiz Tabak
Bu arada unutmadan adağım vardı, tezim bitince saçımı kestirecektim. Unutmadan bu hafta onu halledeyim bari. He he he...
Pazartesi, Kasım 22, 2010
mehter takımı
Tüm akademik hayatım boyunca hiç bu kadar motivasyonsuz olmamıştım.
Dirinanır abimiz bize de birazcık kalanından motivasyon yollasan diyorum da şu fakiri azıcık sevindirsen...
Aha burda da günün fotosu..
Vaktiyle bir ramazan gecesi sultanahmet'e gidelim diye tutturmuştum. Ramazan eğlenceleri adı altında gerçekleşen dini kitap satışları pek ilgimi çekmese de sevdiğim bazı fotolar çekmiştim. Onlardan biridir bu da
Perşembe, Eylül 02, 2010
Son dakika...
Abimiz anladığım kadarıyla bu propoganda referandum dlagasına fena kaptırmış bir "evet"çi. çevresindeki Hayır oyu verecek kişileri nasıl tatile gitmeye ikna ettiğini falan anlatıyor. Referandumun istanbulda belediye seçimleri gib olacağını falan ileri sürüp, "pazar günü zeytinburnunda TRE için (kasıtlı yazılmıştır kopirayt davasından kurtulmak için) evet bayrağı açacam" diyo.
Bunu niye yazıyorum
1. ilk kez çevremde açık açık evet oyu vereceğini söyleyen biri gördüm, heyecanlıyım, paylaşayım istedim.
2. Abiye rasyonelini sormamak için kendimi zor tutuyorum (Abi hacı hoca takımı gibi görünmüyor kesinlikle, belki pamuk ekolü olabilir). Bi bilen varsa açıklasın bi zahmet.
Çarşamba, Eylül 01, 2010
Melih Aşık
Rumeli hisarı, köprüaltı...
Yazı Melih Aşık'ın bugünkü köşesinden. Bir eklemeye gerek yok. Ben yanlış anlamamışım, Pamuk yanlış anlamış he he he..
Nobelli
Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk demiş ki:
- Anayasadan çok fazla anlamam, çünkü hukuki ve siyasi bir belgedir.
Oysa yapılacak değişiklikler ortaokul tahsili olan birinin anlayacağı kadar açık.
Ancak demek anlamamış ya da öyle görünmek daha işine geliyor:
Ali Sirmen, Orhan Pamuk için diyor ki:
“Yapılacak referandumda, anlamadığı anayasa konusunda vereceği oy, benim de yazgımı çizecek. Hiç değilse:
- Anayasadan çok fazla anlamam, onun için referandumda oy da kullanmayacağım demeliydi.”
O zaman da AKP’ye ayıp olurdu tabii!..
Peki, Pamuk neden mi evet verecekmiş?
Çünkü paketi “12 Eylül ile hesaplaşma belgesi” olarak değerlendiriyormuş.
Yalnızca “anlamamış” değil üstelik paketi “ters anlamış” üstat...
Perşembe, Ağustos 26, 2010
Gaza geldim tutmayın ve pamuk'un donu.
Kızdım yine. Hem de nasıl. bakalım neler kızdım:
1. orhan pamuk kişisine kızdım. Bir yazar olarak kendisini beğenmekle birlikte "benim adım kırmızı" mertebesine tekrar ulaşmasını mümkün göremediğim bir kişi kendisi. Kendisine karşı çevremdeki birçok kişinin aksine oldukça yansız bir tavrım var. Bugün miliyette oyunun rengiyle ilgili bir haber vardı. Açıkçası donunun rengini söylese daha gizemli bir açıklama yapmış olurdu. Benim haberden anladığım Pamuk'un referandumu AKP'ye güvenoyu olarak değil, anayasa değişikliği olarak hiç değil, sadece 12 eylül darbesine karşı tavır alma olarak gördüğü. İlginç geldi bana.
2. Dün ardabeyciğimiz, velkinimetimizle konuşuyorduk yolda giderken. Sağda solda yol çevresinde tabelalarda "evet" çünküm şudur budur ilanları yapışık. AKP iyi kağıt israf etmiş. ilk önce "hayır"ciların hiç böyle afişlerini görmediğimizi keşfettik. ikinci olarak da Aslında neden "hayır" oyu verilmesinin istendiğiyle ilgili açıklama yapılmadığını falan konuştuk ki bunlar aylardır köşe yazarlarının sütunlarını süsleyen konular. Benim aklıma takılan şuydu. Kılıçdaroğlu'nun muhalefet tarzının da aslında Bayal ile benzer olduğu. Sanki CHP kısır döngüsüne giren herkes kendini buna kaptırıyor ve polemiklerle uğraşıp ona buna cevap yetiştirmeye çalışmaktan ne söyleyeceğini unutuyor. Bunu altında 2 farklı mekanizma yatıyor olabilir. birincisi, parti organizasyonundaki olası problemler. CHP tek adam partisi ya ezelden beri, yine aynı şekilde herşeye bir kişinin cevap vermeye çalışması bir süre sonra en makul kişinin bile zıvanadan çıkıp akıntıya kapılmasına neden oluyor. Halbuki AKP böyler mi Arınç ve arkadaşları polemik yaratıp ona buna laf atarken TRE (kasıtlı olarak yazdım coprayt sorunu olmasın diye)çatır çatır çıkıp konuşuyor.
ikinci olarak CHP'nin içinde köstebek olma olasılığı ve muhalefet etme tarzını belirleyerek partiyi içten çökertmesi (Bu ikinci söylediğim oldukça hipotetik olmakla birlikte CHP içinde eğer gerçekten böyle birisi varsa onu tenzih ederim). Tez savunması öncesi bir de mahkemedir avukattır uğraşamam. zaten Necla da doğum yaptı, sırtımızı yaslayacak bir avukatımız da yok şu anda.
Günün fotosu nedir onu bilmiyorum , rasgele birşey koyacağım.
Salı, Ağustos 17, 2010
Temiz başlangıç
Kaç günden sonra sonunda bugün keyfim daha yerinde gibi. Dün aylardır beklediğim geribildirimin bir kısmı geldi. Tezimin ilk bölümünde anlaşılan çok iş kalmamış. Gerekli 1-2 nokta dışında be bu bölüm uzun olduğu için çıkarmam gereken 2-3 sayfa dışında yapılacak çok iş yok gibi görünüyor. Sevindim. Düzeltmeler yarın elime geçtiğinde daha da mutlu olacağım, ona şüphe yok...
Gelelim discussion'a. Bugün onu bitirmem gerekiyor. birhayli meydana çıktığı için (25 sayfa kadar oldu) daha rahatım. Ancak bu akşama kadar yine çoook çalışıp, gerekirse gece de çalışıp göndermeyi hedefliyorum.
Fotodan bahsedeyim. Mısır'a ilk kez 1996'da gittim. Aswan'da faluka ile gezentilik yaparkene o an makinamda takılı olan Kodak Ectar 25 asa'lık filmle bir foto çekmiştim. Bilenler bilir asa küçüldükçe grenler de küçülür ve netlik artar fotoda. Ben de nereden bulduysam tarihi geçmiş 25 asalık filmle (ki elimde geçmiş en iyi makara filmdi kendisi) falukada yatıp yelkenin fotosunu çekmiştim.
2004'te yolumuz yeniden Aswan'a düştüğünde aynı işi tekrar, bu sefer dijital EOS 300D ile yapayım dedim. İlk makinam Zenith ET iti. Resmen takozdu ama kendisine iyi bakar, yatırım yapardım. Polonya pazarından 28 mm'lik lens bulup onu bilem almıştım.
Herneyse. Aynı fotoyu tekar çekmeye çalıştım. Ortaya böyle birşey çıktı ama orijinal versiyonunu hala daha çok begeniyorum..
Son olarak hadi "HAYIR"lısı
Perşembe, Ağustos 12, 2010
kızdım
Sezer döneminde herşeyne kadar küçük ve gösterişsizse şimdi aksi gibi olabildiğine büyük, abartılı, sevimsiz. Ek olarak rahatsız edici. Sanırım böyle birşey sadece diktatörlükle yönetilen ülkelerde görülen birşeydir. Cumhurbaşkanı geçecek diye halıkn özgürlükleri kısıtlansın, yollar kapatılsın, araçlar çekilsin. Neredeyse o bölgede Gül geçecek diye sokağa çıkma yasağı ilan edecekler. Onu geçtim e4konomik ve ekolojik olarak da olumsuz birşey yaptıkları. O kadar araç, o kadar benzin sarfiyatı, o kadar çevre kirliliği.
İnsanların kendilerini fazla fazla önemsemesi beni hep rahatsız hissettirmiştir. Kendini önemsemek mi yoksa kendini güvende hissetmemekmi orası tartışılır sanırım. Ama bununla başetmenin yolu da milletin hayatını felce uğratmak değil.
O kadar kızdım ki ifade etmekte zorlanıyorum.
neyse bu kadar, biraz daha yazarsam kodese tıkarlar. tam da tez savunması öncesi pek de iyi olmaz.
Salı, Ağustos 10, 2010
sabotaj
Bugün öğleden sonra Yamaç'ı doktora götüreceğim. O nedenle sabah iyi çalışıp, saat 3 gibi evde olmam gerekiyor. Ben ne yaptım peki? Evden planladığım saatten biraz daha geç çıktım ve o telaşla önemli defterin bulunduğu ek çantayı da evde bırakmışım.
şu anda bulunduğum yerde karşımda oturup eğlenceli şeyler yapan bir anne ve 3 yaşlarındaki oğlu var.
Bu yaz için planlarım arasında Yamaç'la böyle şeyler yapmak, biraz serseri serseri takılmak ve tatile gitmek vardı. Yapamıyorum, mutsuzum...
günün fotosuna gelirsek, dede ve torunu, yer Esna sanırım. Bayram günü el ele takılıyorlar sokakta. Biz de kanalın açılmasını beklerken kıyıda takılıp gelen geçene bakıyorduk.
Pazartesi, Ağustos 09, 2010
Hala cevap yok ve bakışmak
Düşünmeksizin geçen bir haftasonunun ardından yine bilgisayar başındayım. Bakışıyoruz yine. Hani ortaokuldayken bir bakışma olayı vardı. Sınıfta birbirinden hoşlanan kişiler derste bakışırdı ya. Onun gibi birşey. Tek farkı bilgisayar ekranı ile birbirimize karşı romantik duygular beslemiyoruz.
Herneyse gelelim bakışmaya. Bununla ilgili bilinçli bir anım yok. sadece ilkokulda derste beni dikizlediğim ama bu anlama yormadığım bir arkadaşım vardı. (Esra sen bilirsin, hani Ufuk vardı sınıfta, yıllar sonra sen söylemiştin bana baktığını !) bir de orta hazırlıkta böyle biri oldu. Yine anlamamıştım da sınıftaki kızlar söylemişti. Çok kızmıştım (niye kızıyorsam artık). Zaten sonrasında da okuduğum sınıflardaki erkek sayısı 3'ü geçmediğinden ve onlar da önümde oturup benimle kanka muhabbeti yaptığından böyle bir olayım olmadı. Üniversiteye de otobüsle gittim ama yol boyunca sadece elimdeki ders notlarına ya da kitaba gömülü olduğum için zaten olmayan becerimi iyice körelttim.
Bakışmanın profesörü kuzenimdi. Profesör az kalır, kendisi bu konuda ordinaryus bir insandı o zamanlar. Şimdi çoluk çocuğa karıştı, heba oldu birikimi. Steril özel okul ortamında yetişen bendenizden farklı olarak o lise'ye otobüsle gider gelirdi. Hep aynı otobüsle gidip geldiği için bakıştığı belli başlı yakışıklılar edinmiş kendisine onları anlatırdı. Sonra bir yaz bizimle yazlığa geldi 1 haftalığına. Hatun öğlene doğru, havlusunu omzuna atıp kırıta kırıta havuz başına gider, 3-4 saat güneşlenip gelirdi. Ben oldum olası havuz muhabbetinden hoşlanmadığımdan gitmezdim ve çevirdiği işleri bilmezdim. O bir haftanın sonunda eve döndüğünde ilk olarak havuz başında çok da yakından tanımadığım kişilerle bakıştığını, evin önünden geçenlerle bakıştığını, o da yetmezmiş gibi bir de komşumuz anten hikmet teyzenin kozalak oğluyla bakıştığını öğrendim. Ardından gelen dönemde ne zaman kuzene yazllıktan birinden bahsetsem "Biz onunla bakışıyoduk zaten..." lafını işitiyordum.
Bunların üstüne şu anki kocasıyla da bu otobüs bakışmaları sonucu tanıştığını öğrenmek OHAA dememe sebep oldu.
Kendisini bakışlarla erkek tavlama becerisi nedeniyle buradan takdir ediyorum ve kendi kızına bu özgürlüğü vermediği için kınıyorum.
Not: kuzenin adı, bu blogu okumadığını bilsem de bende saklı. Zaten sürekli beni çocuklarına onu utandıracak şeyler anlatmakla suçlar...
Fotoya gelince, tabi ki kuzenim değil, bir arkadaşım. Sadece günün konusuna uygun bir foto olsun istedim.
Cuma, Ağustos 06, 2010
perseveration
Konsantre olamıyorum şu günlerde. hem de en verimli çalışmayı yapama gereken dönem bu. Herkes tezinde kendi yaralarını kaşırmış, daha önceki araştırmalarımda kendi yaramı kaşımamışım hiç meğerse. Hatırlıyorum master dömneminden bir arkadaşım tez konusu olarak kendi kişisel travmasını seçmişti ve o konuyla ilgili makale okumak bir yana, datasına bile bakamıyordu. Yardım etmiştim, başkalarının da desteğiyle güç bela bitirebilmişti tezini. Çok zorlandığını hatırlıyorum.
Ben de kendi yaramı kaşımaya kalktım sanırım doktora tezinde. Okuyamıyorum, yazamıyorum. Herşey istatistiksel analizden ibaretken ne güzeldi dünya! Okumaya başlayınca kendimle ilgili şeyler aklıma geliyor, daralıyorum, strese giriyorum. Ağlamak istiyorum... Kimden yardım alacağımı bilemiyorum. Yardım istediğimde yardım çağrımı ciddiye alan yok. Yerimde sayıyorum, kendi kısır döngümde tıkanıp kalıyorum. Kaçmak istiyorum, kaçamıyorum. Kaçmaya kalsam bile kendimden saklanamıyorum.
Sonuç olarak, Discussion yerine blog yazıyorum. Bu da sayılır mı?
Günün fotosu yine Abant, sisli bir sabah, 2004 ekim ayı. güzel geçen 3 günlük bir tatilden hatıra.
Perşembe, Ağustos 05, 2010
Şakalar komiklikler
adresi:
sakalarkomiklikler.blogspot.com
tavsiye ederim
"Yordamak" üzerine
Bu sıcak günde serinlik hissi veren bir foto koyayım dedim, onu bulmak için arayacak enerjiyi bile bulamadım. Onun yerine ekim ayı sonu sabah serinliği hissi veren bir fotoda karar kıldım. Yer Abant. Sanırım 2004 yılının 30 ekim günü. Güzel bir tatildi. Uzun zamandır yazmıyorum, aslında yazacak şeylerim vardı ama enerjimi Yamaçiko ile ilgilenme, sıcakla başetme ve tez yazma işlevlerim arasında paylaştırdım. Daha iyi oldu.
Şu aralar Kağıtçıbaşı'nın son kitabını okumaya başladım ve bilimsel bir kitabı Türkçe okurken ne kadar zorlandığımı farkettim. En temel kavramları bile anlamıyorum, Daha da ötesi kavramlar öyle yapay geliyor ki, anlamını düşünmek ne kelime, henüz sesi algılama aşamasında takılıp kalıyorum.
Yetkeci ve yetkeli ana-babalık nedir, aralarındaki fark nedir. Anlamadım. Onu geçtim yetke nedir. yet-ke, y-etke, ye-tke,vs diye gidebilir bu sonusza dek.
Yordamak en anlamsızı, istatistik terimlerinden biri ve tam olarak ne anlama geliyor bilmiyorum. Bu güne kadariçinde bu kelimeyi kullandığım en profesyonel cüğmle "Ben bugün yordadım", ya da "Köyümüze yodamacı geldi" oldu.
Buradan, Türkçe'nin bilim dili olarak yeterli olduğu görüşünü savunan arkadaşlara sesleniyorum. Bu büyük bir yalan, uluslararası bilim dilini türkçeleştirmek de oturgaçlı götürgeç ya da gök konutsal avratmıdır nedir onlarla aynı tür birşey.
Kızdım, haklıyım.
Salı, Temmuz 13, 2010
Doğumgünü
Cumartesi Yamaçiko'nun doğumgünüydü. Çılgın bir parti verdik, Tip gelecek arkadaşlarını kendisi seçti ve gün boyu eğlendi. İlk dikkatini çeken evi süslemek için kullandığımız balonlardı. Sonra arkadaşlar, hediyeler yağdıkça yağdı. Bizimki iyice keyiflendi.
Zevkin son noktası pasta oldu. Hayatında ilk kez önüne bir dilim pasta geldi. Bizim görmemiş oğlan pastaya değil içindeki, çileklere odaklandı doğrudan. Bir de üzerindeki jöle ilginç geldi herhalde. Fotolar daha sonra.
Bu kayıttaki foto da partideki kalabalıklık hissini vermek için tarafımdan seçildi. Tabi bizim partinin davetlileri daha çok oradan oraya koşma eğilimindelerdi.
Terracota askerler... Xian, Çin-2006
Perşembe, Temmuz 08, 2010
Göl fotosu ve Guburluk üzerine
Bir önceki foto ile başlayalım. İzmir- konak-karşıyaka vapurunda çekilmişti. Severim o fotoğrafı. Bir Bir bayram günüydü yanılmıyorsam ve kış ortasıydı. O mevsime göre güzel bir havaydı ki yol boyunca dışarıda oturabilmiştik.
Günün fotosu, son gidişimde Eğirdir'de çekmiştim. O sefer tek başıma kalabildiğim nadir zamanlardan biriydi ve oldukça keyifliydi benim için.
Son Eğirdir gezimi düşündükçe alternatif planları da düşünmeden duramıyorum. birincisi Ankara'dan Eğirdir'e gitmek yerine önce Akşehir'e gidip, geceyi orada geçirip ertesi gün otobüsle Eğirdir'e gidebilirdim. Ya da Eğirdir'e gitince bağ yerine adaya gider, Mürsel'in yerinde kalır, sabah olunca da bağa gidebilirdim.
Hatırlıyorum da o gece anneme sürpriz yapıcam diye neredeyse sokakta kalıyordum. Annem bağda olur diye merkezden minibüse atlayıp bağa gitmiştim. Eve vardığımda saat 9'u çoktan geçmişti. Evde kimseyi de bulamamıştım. Annem benimm ertesi gün akşama doğru geleceğimi düşündüğünden geceyi akrabalarında geçirmeye karar vermiş.
Bu kararı almasında ise ailesinin Gubur tarafının önemli bir etkisi var. Gubur sülalesi birçok bozuk genetik özelliği bünyesinde barındıran bir sülale. Bundan benim payıma şimdilik sadece skolyoz (ya da Çiftlik çuprası sendromu) düşmüş. Bu paket içine bilimum anksiyete bozukluğu (OKB başta),tırsaklık, renk körlüğü, ictiosis, ve şaşıya bakamama da dahil. Başkaları varsa da onları ben henüz çözemedim.
Neyse gelelim konuya. Nenem hardcore bir gubur kızı idi ve yukarıdaki özelliklerin hepsine en azından taşıyıcı olarak sahipti. Şaşıya bakamazdı, TV dizilerindeki şaşı karakterler bir fena olmasına neden olurdu. Bu zayıf yönü bilindiğinden itina ile üzerine gidilir, konuşurken gözler şaşı yapılır "amaaan X" diye sitem etmesine neden olunurdu. O kadar ki Arda bile ileri şaşılık tekniklerini ilk önce nenem üzerinde denerdi.
Bir de korkaklığı vardı rahmetlinin. En korktuğu iki şey köpek ve adam idi. Hatta adam korkusunu bir keresinde şöyle ifade etmişti. "Adam görünce içim bi hoş oluyo". Ölümünün üstünden tam 6 ay geçti. Hala kendisini anıyoruz.
Anneme gelince "ben hiçbişeyden korkmaaam" der habire ama gubur geninin tırsaklık ayağı her an aktif hale gelmeye hazırdır kendisinde. Eğirdir'e son gidişinde yine bir hardcore gubur kızı olan dayı kızı Kevser teyze, "Viri Zehraa, bağda gece tek başına mı kalıyon, kalını mı heç" demiş. Annem de bu lafın üzerinde bağa gündüzden gündüze ayak basar hale gelmiş. Bunun sonucunda benim payıma düşen, kapı önünde serin havada ve karanlıkta 1 saat beklemek ve ardından gelen 3 gün boyunca her yere maaile gitmek oldu.
çok uzun oldu yazı, sıkıldım. yapıcak işim de var hem.
Salı, Temmuz 06, 2010
Pazartesi, Temmuz 05, 2010
patrici ve tellendirilen cigara
Tatil lafları ederkene bir de Ardabey'li foto koyasım geldi. Birlikte çıktığımız tatillerden birinden kalma bu foto. Cunda'ya gittiğimizde çekmiştim. Arka kıyısındaki terk edilmiş Rum köyünde çekmiştim hatta. Patrici gibi bir adı vardı. Sonrasında Ardabey, Küçüklord, Pisikopati falan çok konuşmuştuk gitmek ve köyde kamp yapmak üzerine. Kısmet olmadı henüz.
Bu fotosnun çekilişinden hemen sonra kayaların üzerinde Ardabey'le Küçüklord oturmuşlar, hatta Küçüklord'da bir adet sigara tüttürmüştür. Bu olay da zamanında tarafımdan belgelenmişti...
Cuma, Temmuz 02, 2010
OImak istediğim yer
Gidemiyorum bir yere. Falımda üç, beş, on vakte kadar gidilecek yer olarak sadece ankara çıkıyor. O da zaten günübirlik, Ankara namımda sadece ODTÜ kampüsünün görüldüğü seyahatler. Zaten şöyle bir düşününce Ankara'ya gidip de ODTÜ'ye uğramadığım iki sefer olmuş. Birincisi 5 yaşındayken, babamın yanında çalışan İsmail Abi'nin nişanı için yataklı trenle Keskin'e gidişimiz ve yolda Anıtkabir'e uğramamız (Anıtkabir'e tek gidişim odur zaten). İkincisi de evden "Hacettepe'deki kongre'ye" diye çıkıp, yine doktora'dan arkadaşım Aslı'nın evinde kahvaltı yapıp, oradan tekrar otogar'a dönerek soluğu Eğirdir'de almam.
Serbest çağrışımla yazıyorum ama çağrışımlar beni doğru yöne çıkarıyor. Çünküm zaten yazıyı yazmaya başlamadan önce fotoyu yerleştirdi, ve bir Eğirdir fotosu koymuş bulundum. Tesadüfe de bakınız hele. Bilgisayarımdaki fotolar /Usefilm dosyasında çoklukla Eğirdir fotoları bulunduğu için sampling bias olduğunu ve normality, skenwwness, kurtosis ve bilimum açılarından muhtemelen gümlediğimi eklemeden geçemeyeceğim. Bu sorunu halletmek için datanın logaritmik transformasyona tabi tutulması gerektiğini de eklemeliyim. Bu arada tezimin analizlerini yeniden yapıyorum. Bundandır ki blog yakında bir istatistik bloguna dönüşebilirdir.
Neyse konumuza dönelim. Yazın gelemeyişinden ve tatilin uzaktan bile görülememesinden dolayı. Huzurlu bir yer fotosu koyayım istedim. Eğirdir Gölü'nün adadan kıyıya doğru çekilmiş bir fotoğrafı. Güneşın batışı yaklaşmış. Hva hafif esintili ama merak etmeyin üşütmüyor.Dalgaların sesi gelmiyor çünkü göl durgun. Ama uzaklardan teknelerin motorlarının ve konuşan insanların sesleri geliyor. Bir de kulaklıktan Bob Dylan'ın "Lay lady lay"'i duyuluyor.
Safe place budur işte beahh.
Bu arada kendi çalar kendi söyler moddayım. Ne de olsa kimse okumuyor.
Perşembe, Temmuz 01, 2010
Çarşamba, Haziran 30, 2010
Haziranın son günü
Haziran'ı hızlı kapatalım dedim ve aynı gün içinde ikinci fotomu koymaya karar verdim. Güne yine Edirne Eski Cani ile devam edyim istedim. yapım yılı 1448 sanırım ve şehirdeki en eski cami gerçekten de. Bu caminin en önemli özelliği duvarlardaki hadisler. Bir de ünlü fotoya mekanlık yapmış. Hani Ara Güler'in ünlü bir fotosu vardır ya. Arkada Arapça bir yazı, önünde de kara çarşaflı bir kadın. Bu caminin önünde çekilmiş.
Unutmadan, Edirne güzel yer. Mimari açıdan çok zengin ve estetik bir şehir. Özellikle de islam mimarisinden hoşlanan biri için. Ki ben bu sınıfa kolaylıkla dahil edilebilirim. En kısa zamanda tekrar görmek istiyorum.
Salı, Haziran 29, 2010
uzun bekleyiş
Genelde fotoğraf çekmem uzun zaman almaz. Arda ile en büyük farklarımızdan biri de zamanında buydu. Onun bir kare çektiği sürede ben 4-5 kare çekmiş olurdum çoktan. Bu fotoğraf bir istisna. Yıl 2004, yer Ayasofya. Üst katta belli bir noktada 25 dakika bekleyiş sonucxu elde edilen görüntü de aşağıdaki. Amaç, ışığın altına birinin gelmesi ve o anda etrafta başka kimsenin olmaması. Sağ alttaki bacaklar dışında amacıma ulaşmışım sanırım.
Pazartesi, Nisan 19, 2010
Perşembe, Mart 25, 2010
Salı, Mart 23, 2010
Pisikopati'ye, biraz gecikmiş bir foto
Ne kadar hafta önceydi haytırlamıyorum. Pisikopati ile oturmuş konuşurken evlerimizin pencerelerine gelen kuşlardan bahsediyorduk. Ben Yamaç'ın nasıl "karga"lara bulgur koydurma alışkanlığı edindiğinden bahsederken Pisikopati de noot kişisinin kuşları beklemesinden bahsediyordu. Derken Pisikopati'nin sevgili sığırcıkları sevdiğini öğrendimdi. O gün en kısa zamanda bundan 6 yıl önce çekmiş olduğum mutfak penceresindeki sığırcık fotosunu bloguma koymaya karar verdim. Ancak bugün gerçekleştirebildim.
Mim hala aklımda düşünüyorum. Gerekirse taksit taksit yazacağım.
Perşembe, Mart 11, 2010
iskenderiye feneri
"iskenderiye feneri" çocukluğumdan beri beni heyecanlandırmıştır. Sadece o değil antik çağda dünyanın 7 harikası adı verilmiş olan ve bugünlerde yerinde yeller esen her yapı aynı şekilde heyecanlandırmıştır beni.
Bundan bahsedince aklıma birden çocukken babamın Babil'in asma bahçelerinden bahsedişi geldi aklıma. Basamaklı bir yapı olduğunu ve uzaklardan getirilen topraklarda tarım yapıldığını anlatmıştı babam. Üzümü çok severim özellikle de siyah üzümü. Asma bahçesi ve üzüm sevgisi birleşince Babil'deki bahçelerde salkım salkım üzüm yetiştiğini düşündüm uzun süre, 21 yaşıma kadar.
Bir haftasonu evde TV seyrediyorum. NTV açık ve bir belgesel var. O bölümünün konusu da Babil'in asma bahçeleri. Sakin sakin seyredip üzümleri düşündülkçe ağzım sulanıyor. Birden ekranda "Hang gardens" yazısını okuyana kadar bu abartılı salya salgılaması devam ediyor. Asma bahçelerinin aslında sadece asılı bahçeler olduğunu öğrendiğim anda hayallerim yıkılıyor.
Foroğraf 2004 yılında İskenderiye'de çekildi. Fenerin sahicisini bulamadım, bununla idare ediverin. Hem fener, hem de İskenderiye'de.
Ayrıca biliyorum ufuk çizgisi yamuk
Salı, Mart 09, 2010
Aylaklık üzerine
Perşembe, Mart 04, 2010
Salı, Mart 02, 2010
A-Vaaaaaak ve Eğirdir sivrisi
Yamaçiko'nun en ufak bebek olduğu günlerden beridir en sevdiği hayvanlardan biri ördek. Bu yakın ilişki doğumgünü hediyesi olarak kendisine aldığım banyo ördeğinden sonra daha da gelişti ve iş ördekçe konuşmaya kadar vardı. Ördekle ilişkisi o kadar sadakat dolu bir ilişkiydi ki gördüğü yüm kanatlı canlıların ördek olduğunu iddia etmeye kadar vardırdı işi bir ara. Ördek sesi ilk başlarda "mapmap" iken zamanla "apap", ardında "avaa" ve en son da "avaaak" haline geldi. ördek sesine eşlik eden bir de el hareketi var. ellerini ördek gagası gibi birleştirip "avaaak" derken açıp kapıyor bir de.
Son zamanlarda ise Nunu ile haftada en az bir kere gerçekleştirdikleri bir ritüelleri var. Evin yakınındaki ördekler Şaban ve Ramazan'ı görmeye gitmek.
Bu fotoğraftakiler Şaban ve Ramazan değil tabiki. Yer Eğirdir gölü üzerindeki adalar. Uzaktaki dağ eğirdir sivrisi, benim kişisel olarak çıktığım ikinci zirve. İlki 6 yaşındayken Uludağ zirvesiydi, Eğirdir Sivrisine ise 9 yaş civarı çıktım.
Neyse bu kadart çağrışım da yeter. Son olarak: İstanbul'a Hoşgeldin Çinkobeyazı.
Salı, Şubat 23, 2010
Avlu
Salı, Şubat 16, 2010
Otoportre
Fotoğraf çektirmekten hiç hoşlanmam. yüzüm hep yamuk yumuk çıkar kendimi kasmaktan. Yandaki fotoğrafın yeri farklıdır. 3-5 yıl önce fırtınalı bir yaz gecesi çektim bunu. Elektrikler kesik olduğu için ve tek başıma olduğum için yapacak birşey bulamamıştım ve "bari şimşek yıldırım falan yakalayayım" diyerek bolkona çıkmıştım. deneysel deneysel takılırken aklıma biraz oynamak geldi. Sonuç yanda.
Bu foto tamamen tesadüf eseridir hiç PS kullanılmamıştır.
Cuma, Şubat 12, 2010
Sadrazam gerçekten hamamda
Sadrazam Hamamda…
Günlerden bir gün, hamama gideceği tuttu,
Sadrazam hazretlerinin.
Bir yanında birinci veziri,bir yanında ikinci veziri,
Bir yanında üçüncü veziri.
Sonra efendime söyleyeyim,
Peşkircibaşısı, nalıncıbaşısı, sabuncubaşısı,
Velhasıl tam dört yüz kişilik kafile.
Peştemal takip girdiler hamama.
Geçtiler kurnaların başına, üçer beşer.
Sadrazam derseniz, kuruldu göbek taşına,
Yan gelip yattı.
Memleketin en ünlü tellakları ,
Sardılar dört bir yanını.
Kimi elini kaptı kimi bacağını,
Bir keseleme, sürtme faslıdır başladı.
Tamam on iki saat, on iki ünlü tellak,
İncitmeden keselediler,Hazretin mubarek vücudunu.
Oylesine kir çıktı ki sormayın,
Her biri nah parmağım gibi.
Aman efendim bu ne kiri, demeye kalmadı,
Keselerin altında eriyip gitti, koskoca sadrazam.
Bütün maiyet erkanı yerinden fırladı.
- Nittunuz Devletliyi dediler tellaklara,
Tellaklar cevap verdi:
- Biz yıkadık keseledik,
Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik.
Suç bizde değil neyleyelim,
Kir bitti Sadrazam elden gitti .
Ümit Yaşar Oğuzcan
Perşembe, Şubat 11, 2010
Ümran hamamda
Bugün az buçuk manik bir moddayım. Çağrışımlarım çok hızlı. Aslında fotoğrafın başlığını “Sadrazam Hamamda” yapmayı düşündüm birden ama birden Ümran'ın sadrazam değil sadece kuzenim olduğu aklıma geldi. Ümran ve sadrazam arasındaki tek ilişki her ikisinin de hamamda bulunmuş olması ve bu fotoğrafta Ümiran’ın hamamda görüntülenmiş olması. Bu hamam Isparta Yalvaç’ta bulunan Pisidia Antiochia antik şehrindeki MS 1.yy’dan kalma Roma hamamı. 3-4 kere gittiğim bir yer burası. Son gidişimde tesadüfen karşılaştığım ve Çocukluğu Yalvaç’ta geçmiş birisi bu hamamdan kısa süre öncesine kadar gerçekten suyun akmakta olduğunu anlattı. İlginçti. O halini görmek isterdim. Benim hamamı ilk görüşüm tahminen 1994 yılının ağustos ayı ve o zaman da su yoktu.
“Sadrazam hamamda” ise kimin yazdığını bilmediğim bir şiir. Babam bahsederdi. hikayeye göre düzenbaz, pislik, dalavereci bir sadrazam hamama gider ve tellak kendisine kese atmaya başlar. Keseleme işleminin sonunda sadrazam ortadan kaybolur. Nedense bahsi geçen Sadrazamın Rüstem Paşa olduğuna dair bir hissiyatım var. Doğru mudur yanlış mıdır bilmiyorum. Merak eden araştırır, sonucu da bana bildirirse sevinirim. Başka işlerim var şu aralar.
Rüstem paşayla ilgili de yazacaklarım mevcut ama bu da başka zamana artık.
Çarşamba, Şubat 10, 2010
Şehnaz
Pazartesi, Şubat 08, 2010
Selimiye
Edirne çok güzel mimarisi yüzünden. Son dönemlerde git gide islam mimarisinin ilgimi daha da çok çekmeye başladığını farkediyorum. İlk Mısır'da ve ardından üniversitede aldığım bir derste bunu keşfettim (o kadar da son dönem değilmiş yaw).
Bu ilgimi biraz doyurmak için yakınlarda gidilecek iki güzel yer var. Bursa ve Edirne. Edirne de Selimiyesiz düşünülemez tabi.
Cuma, Şubat 05, 2010
Perşembe, Şubat 04, 2010
Köprüdeki dükkan ve otoportre
Annemin sanatsal dehası!
Annem mükemmel fotoğraflar çeker. Sağolsun sayesinde rahmetli babamla aynı karede görünmeyi başarabildiğimiz fotoğrafların sayısı oldukça sınırlıdır. Yıllarca süren çabalarımıza karşın anneme deklanşöre sadece bir parmakla basmayı öğretemedik.
Herneyse yıllar geçtikçe bu sorunun sadece parmakta bitmediğini, bir tarz olduğunu farkettim. Yık 2001. Annem ve babam uzun bir seyahatten dönüşte bana çektikleri fotoğrafları gösteriyorlar. Sıra objektife bakmış, sırıtan tanımadığım bir kadının fotoğrafına gelince annem, “Bak burada da baban ata biniyor, ben çektim” dedi. Önce anlamadım. Sonra fotoğrafın sağ alt köşesine baktım ve bir atın ayağı gerçekten orada duruyordu. Annemin çektiği fotoğraflarda çekmeyi amaçladığı şeyi gerçekten görebildiğini o gün anladım.
Günün fotoğrafı yine annem tarafından Çin’de çekildi (2006). Bunun bir budist rahibi olduğunu öne sürmesine karşın ben hala bıyıklı amcanın dilive göğüs ucunda kalmış durumdayım, ötesine geçemiyorum.
Çarşamba, Şubat 03, 2010
Windows Live
Pazartesi Windows live’ı keşfettim. bugün de onunla denemelere devam ediyorum. En sevdiğim yanı doğrudan blog sayfasına eklenecek şekilde fotoğraf ve yazı hazırlamaya yarayan bir işlevinin bulunması. Sevdim.
Günün fotosu yine Tibetten. Windows live kullanarak siyah-beyaz hale getirdim. Denedim birşeyler. PS ya da Gimp kadar karmaşık değil ve o kadar çok işlevi de yok ama benim gibi birinin taleplerini karşılıyor.
reklam yapmış da oldum bu sayede.
Pazartesi, Şubat 01, 2010
Sefine-i Aşk ve “Prag Sepia’lı güzel oluyormuş”
Bugün canım hiç çalışmak istemiyor. 1 saattir bilisayarın başındayım önce gazete okudum sonra da blo blog gezinmeye başladım. izleyicim pek yok biliyorum ama yine de Esra’nın blogunu tavsiye ederim. Sefine-i aşk. Gerçekten güzel. Son postu bana küçükken beraber oynadığımız oyunları hatırlattı.
Esra’nın en eski ve en sadık okuyucularından biriyim herhalde. Geçen hafta blog alemine katıldığından bahsetti. Sevindim. Hep “yazdıklarını yayınla, heba olmasın” derdim. Bir de baktım geçen yıl “Kendin için yazıyorsun, başkası için yazmıyorsun, yayını falan boşver, keyfine bak” demeye başlamışım.
Gelelim blog fotosuna. bugünün fotosu 19 mayıs 2007 Prag. Saat sabah 5-6 arası çekilmiş bir fotoğraf. Normalde sepia’lı görüntülere bayılırım. hatta karanlık odada çalışırken zamanında son banyona aynı etkisi alabilmek için kantinden aldığımız çaydan koyardık. hatta meyve çayı karıştırmak gibi dahiyane fikirlerim bile vardı. Neyse mezun oldum da beni BÜFOK’tan sürmediler. Yeni bir programı öylesine bir fotoda denerken birden sapia etkisi yarattım ve seviniverdim. İşte bu o fotoğraf. Seyfine bakınız efendim….
Pazar, Ocak 17, 2010
Cumartesi, Ocak 16, 2010
Lhasa 2006 ve Dalai Lama'nın kedileri.
Belki blogu okur da konu açılmış olur haliyle. çok teknolojik bir aileyiz ya da ciddi iletişim sorunları yaşıyoruz. Kendisi an itibarıyla yanımda oturmakta ve feysbuk karıştırmakta.
Herneyse bugün yine eskilere gidiyorum. Yeni birşeyim olmadığı için. Bu aralar Tibet fotoları koyasım var. 1-2 sefer daha idare edicem artık.
Potala sarayı karşınızda. vAktiyle Dalai Lama burada yaşarmış. şimdi müze olarak halka açık ve orayı ev olarak kullanan sadece bir kedi ailesi.Tam da zamanında Dalai Lama'nın özel dairesi olarak kullandığı yerde müze bekçilerinin baktığı güzel gri dişi kedi ve 3 bebek kedi. Onların fotoğraflarını çekemedim yasaktı.onun yerine bu kedilerin yuvası olan ve 1000 basamak merdivenle çıkılan Potala sarayı!
Pazartesi, Ocak 11, 2010
Yukarıda yine eskilerden bir fotoğraf.2006 temmuzu Tibet. Lhasa'da bir budist tapınağının girişinde bulunan dua silindirleri. Lhasa büyülü bir yer. Lhasa'da otelde geçirdiğim saatleri feci bir baş ağrısı, mide bulantısı ve yüksek tansiyonla hatırlıyorum ama şehir gerçek anlamda enerjimi yeniliyordu. Durmaksızın sokaklarda yerel halkla takılmayı istedim o 4 gün boyunca. Bir parçamı orada bırakmış gibi hissediyorum...
Yine gitmek istiyoruuuuuuummmmmmm